ŞEREF VE HAYSİYETİN İHLALİ

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne göre insan, onurlu bir varlıktır. Bu onurdan kaynaklı olarak, insanın ihlal edilemez birtakım kişilik hakları bulunur. Kişilik hakları; adı üzerinde kişiye sıkı sıkıya bağlı, mutlak ve parayla ölçülemeyen değerlerdir. Kişilik hakları için oldukça çeşitli tanımlamalar yapılsa da, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi “…Kişinin doğumla kazandığı, bağımsız varlığını ve bütünlüğünü oluşturan, hayat, beden ve ruh tamlığı, vicdan, din, düşünce ve çalışma özgürlüğü, onuru, ismi, resmi, sırları ile aile bütünlüğü ve duygusal değerlerin tümü kişilik haklarını oluşturur.”[1] şeklinde bu geniş kavramın sınırlarını belirtmektedir.  Biz bu yazımızda, kişilik haklarının alt dallarında önemli bir yere sahip olan şeref ve haysiyetten bahsedeceğiz.

Şeref ve haysiyet kavramları, günlük hayatta anlamları birbirine eş değermiş gibi kullanılsa da aslında öyle değildir. Haysiyet, kişinin kendisine olan öz saygısını; şeref de diğer insanların, kişiye saygı duymasını sağlayacak özelliklerinin tamamını ifade etmektedir.

Şeref ve haysiyet, diğer kişilik hakları gibi hukuk tarafından koruma altına alınmıştır. Tabii ki bu koruma, şeref ve haysiyetin hayatın her anında ihlal edilme tehlikesini hiçbir zaman ortadan kaldırmaz. Ayrıca belirtmek gerekir ki; bu kişilik hakkına yöneltilen her müdahale, şeref ve haysiyetin ihlali sayılmaz. Yapılan müdahalenin ihlal sayılabilmesi için müdahalede, hukuka aykırılık unsurunun bulunması gerekmektedir. Özellikle son yıllarda kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, bu yol kullanılarak gerçekleştirilen ihlaller artış göstermektedir. Kitle iletişim araçlarının meydana getirdiği ihlallerin hukuka aykırılığı; basının bilge verme görevi, toplumun da bilgi alma hakları göz önünde bulundurularak belirlenmektedir.

Basın özgürlüğüyle şeref ve haysiyetin ihlali arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşılması için, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun bir kararını alıntılamaktayız; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 06.05.2009 T., 2009/4-100 E., 2009/163 K.; “Basın özgürlüğü, Anayasanın 28. Maddesi ile 5187 sayılı Basın Yasasının 1. ve 3. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu düzenlerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin amacı; toplumun sağlıklı, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesini gerçekleştirebilmektir. Bu durum da halkın dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma ve yönlendirmede yetkili ve aynı zamanda sorumludur. Basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu tür davaların çözüme kavuşturulmasında ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerin değerlendirilmesinden farklı bir yöntemin izlenmesi gerekmektedir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçimin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. Ne var ki basın özgürlüğü sınırsız olmayıp, yayınlarda Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü ile Türk Medeni Kanunun 24 ve 25. Maddesinde yer alan ve yine özel yasalarla güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluktur.  Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının güncelliğini gözetmeli, haberi verirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalkma suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmalıdır.” şeklindeki açıklamalarıyla bu hususu netleştirmiştir.

Hukuk Desteği


[1] 4. HD 10.4.2008, 9966/5096 (YKD 2008, c. XXXIV, 1718).

iletisim: [email protected]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir